Çöllerin Arasında Gizli bir İran Şehri: Yezd
Şiraz‘da uyandığımız güne, Persepolis kalıntılarıyla devam edip günü Yezd şehrinde kapatmaya hazırlanıyorduk. Uçsuz bucaksız çöller ve yolları aşarak akşam saatlerinde Yezd’e ulaşmıştık. İki büyük sorunumuz vardı. Çok acıkmıştık ve kalacak yerimiz yoktu. Yemek problemini çözdükten sonra Muharrem ayı dolayısıyla dağıtılan çaylardan içerek kalacak yer arama başladık. Yezd, dindar nüfusun yoğun olduğu bir şehir olduğu ve diğer şehirlerden de Muharrem ayı dolayısıyla gelenler olduğu için her yer doluydu. Sonunda kalacak bir yer bulmayı başardık fakat şimdiye kadar kaldığımız en kötü yerdi sanırım. Pek steril olmasa da tek gece kalınmayacak kadar da kötü değildi tabi.
Eşyalarımızı bıraktıktan sonra hostel görevlisinin yönlendirmesiyle yakın mesafede bulunan Emir Çakmak Camii kompleksine doğru yürümeye başladık. Şehre ilk geldiğimizde yanlış yollara sapmış ve bir şenlik ortamında bulmuştuk kendimizi. Orası Emir Çakmak Camii’nin arka sokağıymış. Öyle ki, yanlış girdiğimiz yoldan çıkana kadar kalabalığı yarmak zorunda kalmıştık. Bu şenlik ortamının da aslında şenlik ortamından ziyade Muharrem ayı etkinliklerinden kaynaklandığını anlattı Arshia. Yani matem kalabalığıymış.
İran’da Muharrem Ayı
İran’a geldiğim günden itibaren her şehirde hazırlıklar yapılıyordu. Her yerde siyah çadırlar kuruluyor, bazı bölgelerde yine çadır gibi önü açık, çay dağıtılan alanlar kuruluyordu ve tabi ki her yere Farsça yazılı afişler, bayraklar asılıyordu. Tüm bunların nedeni İslam dünyası için önemli bir dönem olan Muharrem Ayı içindi. Muharrem Ayı’nın 10. günü yani Aşure günü ise bu ay içerisindeki en önemli gün olarak anılıyor. Bu günde İslam inancına göre bir çok önemli olay meydana geldiği için “Kıyamet” olarak adlandıranlar bile mevcut. Ama İran’daki hazırlıklar aşure gününde katledilen İmam Hüseyin’i anmak içindi. Tüm ülkede herkes siyah giyinmeye dikkat ediyor, eğlenceler, düğünler yapılmıyordu. Muharrem’in ilk 15 günü boyunca ve her yerde kurulan alanlarda yemekler dağıtılıyor, çaylar ikram ediliyor ve bir çok şehirde “sine” adı verilen törenler yapılıyor.
Amir Çakmak Camii’nin arkasına giderken “sine” törenlerinin yapıldığı yerlerin de önünden geçiyorduk fakat kapı kapalı olduğu için içini göremiyordum, sadece sesler duyuluyordu. Meraktan çatlamak üzereydim fakat elimde fotoğraf makinası ve tripod ile de içeri girmeye çekiniyordum. En sonunda Arshia’nın da beni gazlamasıyla önce çaylarımızı içtik ve bir çadıra attık kendimizi. Hayatımın en ilginç deneyimlerinden birini yaşamama dakikalar kalmıştı.
Kapıda ayakkabılarımızı çıkardık ve içeri girdik. Herkesin siyahlar içinde gezdiğini bildiğim için ben de zaten siyah bir tişört giymiştim, ortamda sırıtmıyordum. İçeri girdiğimizde mikrofonda biri ritimli ilahiler okuyor ve ardından içerdeki herkes tekrar ediyordu. Arshia’ya sorduğumda sözlerin Arapça olduğunu ve ne anlama geldiğini bilmediğini söylemesi beni çok şaşırtmıştı. Sonra insanları izlerken duvarlarda bulunan ekranlarda, söylenen sözlerin geçtiğini gördüm. Herkes oradan bakıp eşlik ediyordu yani.
İçeri girdiğimizde “bir arkadaşa bakıp çıkarız” diye düşünüyordum fakat yaklaşık 1.5 saat izledik. İlk başta geniş salonda bir grup insan halka yapmış ritme uygun bir şekilde sinelerine vuruyorlardı. Sakin sakin bu olay devam ederken kalabalık giderek artıyordu ve bir anda halka ikiye bölündü. Saat ilerledikçe hem ritim hızlanıyor hem de insanlar çoğalıyordu. İzlemeye başladıktan 1 saat sonra artık ortam inanılmaz bir hal almıştı. Abartısız bir şekilde 7’den 70’e yüzlerce insan küçücük bir çadırda çılgınlar gibi kendini yumrukluyordu. Öyle ki bir süre sonra fotoğrafta da gördüğünüz gibi insanlar gömlek, tişört ne varsa çıkarmaya başlamışlardı. Normalde böyle bir olaya gençlerin katılacağını düşünmezdim ama o kadar şık, bakımlı erkek katılıyordu ki Arshia’ya “bu adamlar partiye gidecek gibi buraya geliyorlar” diye sorduğumda “normalde sabah akşam parti yapan insanlar da Muharrem Ayı boyunca bu tür etkinliklere katılıp diğer aylar yine partiliyorlar” deyince olay biraz daha netleşti.
Artık herkes oldukça yorulmuş olacak ki yavaş yavaş durmaya başladılar ve topluca yemek için hazırlanmaya başladılar ve biz de sineye vurmadığımız için yemeği haketmediğimizi düşünerek orayı terkettik. Ama şunu itiraf etmeliyim ki gerçekten gaza getiren bir ortamdı. İran gezimin son günlerine geldiğim için büyük gün olan Muharrem 10’u yani Aşure gününü göremeyecek olmanın üzüntüsünü yaşıyordum. O gün, İran’da resmi tatil olduğu için sokaklar sine etkinlikleriyle dolup taşıyormuş. Hatta bazı geniş alanlarda onbinlerce kişilik organizasyonlar yapılıyormuş. Zincirler ve diğerleri sanırım o zaman ortaya çıkıyor.
Sine’nin de etkisiyle hızlı hızlı yürüyüp kalacağımız yere geri döndük ve dinlenmeye başladık. Yezd’e ayak bastıktan sadece bir kaç saat sonra içine girdiğim o ortamı düşündükçe hala heyecanlanıyorum.
Ateş Tapınağı
Yezd şehri dünyanın en büyük çöllerinden Lut çölü ve Kevir çölü tarafından çevrilen tam bir çöl şehri. Tarihsel olarak Yezd’de ilk yerleşimlerin 3.000 yıl öncesine dayandığı söyleniyor. Yezd, Zerdüştlük dininin doğduğu topraklar olarak da tarihte çok önemli bir yere sahip. Halen Zerdüştler’in yaşadığı Yezd şehri, 470 yılından beri sönmeyen bir de kutsal ateşi barındırıyor.
Yezd şehrinde ilk günümüze parasız başladık. Yaptığımız ilk iş para bozdurmak için bir döviz bürosu bulmak oldu. Burada öğrendim ki para bozduran kişi eğer İranlı olursa kimliğini göstermek ve resmi bir belge imzalamak zorundaymış. Yani, el altından yapmıyorsanız, yasal olarak döviz bozduran İranlılar kayıt altına alınıyormuş.
Para bozdurduktan sonra Ateş Tapınağı’na doğru yola koyulacakken zaten yolun karşısında olduğunu gördük ve gezmeye başladık. Aslında 1.500 yıldır hiç sönmeyen bir ateş olması dışında pek bir esprisi yok fakat tapınağı gezdiğiniz zaman, tek tanrılı ilk din olan Zerdüştlük hakkında bir çok şey öğrenebiliyorsunuz. Pek bilgim olmadığı için gezerken Zerdüştlük hakkında öğrendiğim; oruç, kurban, namaz gibi ibadetlerinin olması beni çok şaşırtmıştı. İran dışında, zamanında İran’dan kaçan Zerdüştler şu anda yoğun olarak Hindistan ve Amerika’da yaşıyormuş.
Şehirde gezerken çoğunlukla yürümeyi tercih ettik. Çöl şehri olması dolayısıyla Ekim ayı olmasına rağmen oldukça sıcaktı. Şehrin sarı rengi beni oldukça etkilemişti. (Yezd, bana Naruto’da Gaara’nın köyü olan Sunagakure’yi hatırlatıyordu, bu yüzden ayrı bir keyifle geziyordum.) Yukarıda da sözünü ettiğim gibi şehir çölün ortasında olduğu ve popüler ticaret yollarından uzak olduğu için geçmişte yapılan Moğol İstilası gibi büyük istilalardan çok etkilenmemiş ve bu sayede tarihi dokusunu hiç kaybetmemiş. Şehrin yeni yerleşim yerlerinden eski yerleşim bölgesine geçince adeta bir mahrumiyet bölgesine geçmiş gibi hissediyordum.
İran’a gelmeden önce okuduğum her blogda “Yezd sokaklarında kaybolmayı ihmal etmeyin” diye yazıyordu ve biz de öyle yaptık. Daracık sokaklarda gezerken zamanda yolculuk yapmış gibi hissediyordum. Yüksek ve kerpiçten yapılmış birbirinin aynı duvarlar, arada yanımızdan hızla geçen motorlar ve nadiren gördüğümüz halktan insanlar. Herkes anlaşmış gibi bizimle karşılaşmamak için çaba harcıyordu ve biz kimseyi göremiyorduk. Duvarların arkasından ara ara gelen çocuk sesleri buralarda yaşam olduğunu net bir şekilde gösteriyordu ama bizim için büyük bir sır gibiydi. Uzun bir süre yürüdükten sonra bir kapı açıldı ve iki küçük çocuk “hello” diye bize selam verip gülerek kapıyı kapattılar. Anlaşılan kendilerine güzel bir oyun bulmuşlardı.
Birbirinin aynı sokaklarda keyifle yürürken bir anda “Kervansaray Otel” ile karşılaştık ve içeri daldık. Kimse yoktu. Bahçede biraz bakındıktan sonra şehre yüksekten bakabileceğimiz, yukarı çıkan bir merdiven görünce hemen görevli birini aramaya başladık. Görevliyi bulduk ama biraz naz yapıp ilk önce bizi reddetti. Sonra neden bilmem bizi geri çağırdı ve terasa çıkardı. Beklediğim kadar yüksek olmasa da Yezd şehrine yukardan bakmak çok etkileyiciydi.
Şehir öylesine mistik bir havaya sahip ki sebepsiz yere düşüncelere dalıyorsunuz. Biz terasa çıktığımızda otel görevlisi bir çok şey anlattı, Arshia bana çevirdi fakat şu anda hiç bir şey hatırlamıyorum. Aynı yerde farklı açılardan onlarca geniş manzara çekmek daha keyifli gelmişti sanırım. Hayatımda çöl görmemiş biri olduğum halde “bir çöl şehri ancak böyle bir şey olabilir” diye düşünüyordum sanırım.
Kervansaray oteli görevlisine teşekkür ederek kapalı çarşı sokaklarına doğru giriyoruz. Sokaklar o kadar çok bağlantılıydı ki aynı sokaklardan birden fazla defa geçmiş olabiliriz. Kapalıçarşı sokakları gibi sokaklarda gezinirken oklarla yön belirten “coffee” yazılı kağıtları takip etmeye başladık istemsizce ve şirin mi şirin, sadece 5-6 kişini sığabileceği modern bir kahveci bulduk. İçerde bizden başka 3 Fransız turist vardı. Biraz sohbet ettik, kahvelerimizi içtik ve onlar kendi rehberleriyle, ben de Arshia ile yolumuza devam ettik.
Cuma Camii
Çarşının sokaklarından biri muhteşem bir camiye çıkardı bizi. Cuma Camii! Minareleri 48m olan Cuma Camii, İran’ın en büyük minarelerine sahip camisiymiş. O kadar güzel korunmuş, temiz, bakımlı ve yeni görünüyor ki bu cami tarihi bir eser olduğunu bile düşünmüyordum. 12. yüzyıldan kalma olduğunu öğrenince bayağı bi şaşırmıştım. (Sağ taraftaki siyah çadır da akşamları Muharrem Ayı etkinliklerine katılanlara çay dağıtılan yerlerden biri.)
Kapıdan girdikten sonra devasa bir avlu karşılıyor sizi. Avlusu ve yüzyıllar boyunca yapılan çeşitli eklemeler bu camiyi diğer örneklerinden ayırmış ama genel olarak İran mimarisinin özelliklerini de barındırıyor. Mavi mozaik işlemeleri sarı Yezd şehri ile çok ilginç bir uyum yakalamış.
Cuma Camii’nden sonra Yezd’in en meşhur yerlerinden biri olan Dolat Abad bağını aramaya koyulduk. Aracımızla yolun bir kısmını aldıktan sonra turist kafilesini takip edip bu muhteşem bağa ulaştık. Adeta çölün ortasında bir cennet kurmuşlar zamanında. Öğreniyorum ki Şiraz’da ki bir çok tarihi eseri yaptıran Kerim Han, burayı kendine özel olarak yaptırmış. Adam gerçekten zevk sahibi!
Bahçe, devasa bir arazi üzerine kurulmuş ve karşılıklı iki binanın ortasında uzunca bir havuz bulunuyor. Merkez binanın tepesinde, Yezd’in en önemli simgelerinden bad-gir bulunuyor ve bu bad-gir’de Yezd’in en büyük bad-gir’i.
Nedir Bu Bad-Gir?
Yazının başından beri fotoğraflarda gördüğümüz bu kuleler, Yezd’in çöl sıcağında doğal bir klima görevi görmesi için yüzyıllar önce tasarlanmış bir rüzgar yakalama sistemi. Farsça Bad-Gir adı verilen bu rüzgar yakalayıcıları, modern klimaların esin kaynağı olabilir zira çölün ortasında serin bir hava yaratmak için kullanılan bu yapılar binlerce yıldır Mısır, İran, Pakistan ve Afganistan gibi ülkelerde kullanılıyormuş.
Sistem şöyle çalışıyor; parçalı şekilde her taraftan rüzgarı içe alıp, çevirerek aşağı indirecek bir kule olarak tasarlanan bad-gir’ler sadece rüzgarı yakalayıp aşağı indirmiyor. Kule sayesinde yakalanan rüzgar genellikle kulenin altında bulunan bir süs havuzuna açılıyor ve rüzgar bu süs havuzundaki suya temas ederek daha fazla serinleyerek evin içine dağılıyor. Dünyanın en sıcak noktası olan ve hiç bir canlının yaşamadığı düşünülen Lut Çölü’nün yakınlarında hayatta kalabilmek için Yezd şehrinde muhteşem yöntemler geliştirilmiş ve bad-gir bunlardan sadece biri.
Adeta mini bir saray olarak yapılmış bu bağ, mimarisi ve güzelliğiyle çok etkileyiciydi. Sıcak havaya rağmen yaklaşık 1 saat burada oyalandık. Günün yorgunluğu üzerimize çökmüştü ama daha Yezd’de mutlaka görülmesi gereken yerlerin 1 numarası olan sessizlik kuleleri vardı önümüzde ve gün batımından önce burayı görmeliydik.
Araca atlayıp şehrin dışına doğru devam ettik. Sessizlik kulelerine gidiş oldukça karışık gelmişti çünkü hiç bir yeri bilmiyorduk bu şehirde. Sonunda yaklaştığımızı düşünüp bir markete girdik hem yiyecek/içecek bir şeyler aldık hem de yol tarifi aldık ve yola devam ettik ve sessizlik kuleleri karşımızdaydı.
Sessizlik Kuleleri (Towers of Silence – Dakhmeh) Nedir?
Yezd şehri, ayak bastığımız geceden itibaren bize gösterdiği geleneksel yüzüyle beni etkilemeye devam ediyordu. Sessizlik kuleleri, Zerdüşlük inancında ölülerin bedenlerinin bırakıldığı ve yırtıcı kuşlar tarafından tamamen yenildikten sonra kemiklerinin alındığı kulelermiş.
Sessizlik kulelerinin nasıl ortaya çıktığı ile ilgili öğrendiğim iki farklı teoriyi sizinle paylaşmak istiyorum.
1- Zerdüştlük inancında hava, su ve toprak çok kutsaldır. Bu nedenle kirletilemez. Öyle ki insanları gömerseniz veya yakarsanız bu kutsalları kirletmiş olursunuz diye bu ritüeller yapılmıyormuş. Bu nedenle ölülerini sessizlik kulelerinde yırtıcı kuşların yemelerine izin veriyorlar. Ölüler sessizlik kulelerine getirildikten sonra bir görevli ilk yırtıcı kuşun gelmesini bekliyor ve ölünün hangi gözünü yediğini gözlemliyor. Yırtıcı kuşlar bu kurak topraklarda tabi ki ilk olarak en sulu bölge olan gözden başlıyorlar yemeye. İlk olarak sağ gözü yerseler ölen kişinin ruhunun huzura erdiğine, bir bakıma cennete gittiğine inanıyorlar. Sol gözden başlanmışsa vay haline.
2- Zerdüştlük inancının doğduğu yer Yezd şehri ve bu şehir çöllerle kaplı, kurak bir bölge. Tarım alanları çok sınırlı ve dolayısıyla çok değerli. Zerdüştler ölülerini çöle gömünce kumun en ufak rüzgarda dağılması da bunu imkansız hale getirince başka çare kalmıyor ve bu sessizlik kuleleri inşa ediliyor. Çölde aç kalan yırtıcı kuşlar (özellikle akbabalar) bu görevi başarıyla tamamlıyorlar. Öğrendiğim kadarıyla akbabaların salgıladığı bir salgı da olası hastalıkları önlüyormuş ve tabi ki sessizlik kulelerinin girişlerinde bulunan yıkanma alanlarında, giren ve çıkan herkes iyi bir temizlikten geçerek şehre girebiliyor.
Sessizlik kulelerinin şehrin uzağında yapılması ikinci teoriyi destekliyor fakat hangisine inanacağınız size kalmış. Konu ne olursa olsun bilmeniz gereken şey şu ki bu gördüğünüz kuleler yaklaşık 40 yıl öncesine kadar aktif olarak kullanılmaya devam ediyormuş. Şu anda ise yasak ve Zerdüştler ölülerini yakın bir alanda yapılan mezarlığa gömüyorlar.
Kulede Yezd manzarasını izlerken kahvecide tanıştığımız Fransız turistler geliyor. Tekrar selamlaşıyoruz ve kısa sohbetimizden ortaya çıkan şey şu oluyor. Hepimiz İran’da bu kadar çok turistle karşılaştığımız için çok şaşkınız. Hatta onlar “bu kadar çok Fransız görmeyi beklemiyorduk” bile diyorlar. Sosyal ağlardan takipleşerek yolumuza devam ettik.
Çöl Gecesi ve Yıldızlar
Karma karışık duygularla sessizlik kulelerinden ayrılarak tekrar Yezd şehir merkezine döndük. İyi bir yemek yiyerek efsane bir çöl gecesine doğru yola koyulduk. Tebriz‘de tanıştığımız ve Tahran‘da tekrar karşılaştığımız arkadaşlarımız rotalarını bizden önce Yezd’e çevirdikleri için onların yönlendirmesiyle bir çöl gecesi yaşamak için yola koyulduk. Amacımız, geceyi çölde geçirmek ve yıldızları izlemek, gün doğumunda çölde gezmek ve benim için en önemlisi gerçek bir çöl görmekti. Çok bir beklentimiz yoktu, sadece bir çadır ve yiyecek iki lokma yemek. Gerisi zaten çok farklı bir deneyim olacaktı bizim için.
Persepolis‘ten geldiğimiz yolu geri dönmek biraz üzdüyse de çöl görecek olmak çok heyecanlıydı. Yanlış yola girmeler, çıkmaz yollarda kalıp saatler kaybetmeler derken hiçliğin ortasındaki köye vardık. Yezd’den ayrılırken telefonda konuşmuştuk ve köye gelirken telefon çekmeyeceğini söylediği için tarifimizi iyi almıştık. Köy girişinde bir markette muhtemel ev sahibimiz bizi karşıladı ve bir kadının konağına götürdü. Köyde böyle bir konak beklemiyorduk, çok güzel tasarlanmış, tarihi bir yerdi. İlginç bir şekilde kadın bizi görünce fiyatı 2 kat artırdı. İnanılmaz ama yollar köye kadar asfalt yapılmıştı ve 7 saat boyunca bizden başka bir araç bile görmemiştik. Bu kadar uzun ve yorucu bir yolu geldiğimiz için fiyatı kabul edeceğimizi düşündü fakat yanıldı. Toplamda 300 dolar gibi bir fiyat çıkınca beynimden vurulmuşa döndüm. Ortalama bir İranlı ailenin aylık maaşıydı bu kadar çünkü.
Nazik bir şekilde reddedip kendi aracımızla çöle doğru yol aldık. Kelimenin tam anlamıyla hiçliğin ortasına ulaşmıştık. Aracın ışıklarını kapattığımız zaman zifiri karanlığa gömülüyorduk fakat kafamızı gökyüzüne kaldırmamızla artık farklı bir dünyada olduğumuzu anladık. Hayatım boyunca böyle bir güzellik gördüğümü hatırlamıyordum. Milyarlarca yıldız vardı, normalde mobil uygulamadan yönünü tespit etmem gereken samanyolu bile çıplak gözle karşımda duruyordu. Daha önce hiç yıldız pozlama yapmadığım için yaklaşık 20 dakika makinada ayarlar yapmaya çalışarak en sonunda doğruya yakın bir şeyler çekmeyi başardım.
Barış Manço diyor ya hani “nasıl anlatsam bilemiyorum, içim içime sığmıyor” tam olarak durumum öyleydi. Çöl gecesinin dondurucu soğuğunda titreye titreye gökyüzüne bakıp ordan oraya koşturuyordum. Anlatılabilir bir şey değil! O sırada telefonumu çıkarıp hiçliğin ortasında bir video çektim. Yakında paylaşacağım videoda o anki hislerimi şöyle paylaşmışım: “Sizin de burada olup bu muhteşem sahneyi görmenizi isterdim. Umarım bir gün siz de koltuklarınızdan kalkıp gezmeye başlarsınız.” Gerçekten hala aynı şekilde düşünüyorum. Bir şehirlinin hayatı boyunca göremeyeceği bir şey bu ve her insanın ölmeden önce bunu görmesi gerekiyor.
İnanılmaz çöl soğuğuna daha fazla dayanamayıp aracın içinde gün doğumuna kadar bir kaç saat kestirdik. Gün doğumunu da çölde izledikten sonra Tahran’a dönmek üzere uzun bir yola koyulduk. Yolda artık göz kapaklarımız söz dinlememeye başlayınca küçük bir kasabada bulunan gerçek bir kervansarayda oda kiraladık ve 3-4 saat dinlendik. Sonrasında Tahran’a doğru devam ettik ve gece Tahran’a ulaştık. 2 günlük Tahran dinlenmesi sonrası uçakla İstanbul’a dönüş yaptım.
Hayatım boyunca unutmayacağım 20 günü geçirdim İran‘da. Farid, Amin, Arshia, Hamit, Vahid, Polonyalı 3’lü ve Fransız 3’lü ile beraber 11 yeni arkadaş kazandım. İran’a gitmeden önce hayal ettiğimin çok daha fazlasını bana kazandırdıkları için hepsine tek tek teşekkür ediyorum. Umarım bir gün dünyanın bir yerinde tekrar buluşuruz.